Mevlânâ Abdullâh el-Mücâvîr fî Beledillâh (Kuddise Sirruh)
Abdullâh el-Mücâvîr fî Beledillâh Hazretleri
Onlar, korku ve hüzünden emin kılınanlar… Sünneti kerem bilip temessük eden, bidati ateş bilip ictinap edenler… Gece-gündüz nefse kement atan, daimî huzur üzere ibadet edenler… Kamu ibadetleri ruhlarının ruhu, canlarının canı görenler… Sübhân’ın emrinde serle gerdan uzatanlar, bir sabah namazını sekiz cennete dahi değişmeyenler… Ölmeyi, kuşluk namazını terk etmeye yeğleyenler… Cenâb-ı Bârî’den edebe kavuşmayı dileyenler, edebi olmayanı O’nun lütfundan mahrum görenler… Her dem televvün gösteren, her iki cihanın renginden de nefret edenler… Yalnızca O’nu kasteden, azıcığı her şeyden büyük olan rızasını talep edenler… Sustukları vakit misk göbeği gibi olan, konuştukları zaman da yüz eczacının canını besleyenler… Ünsiyeti iflas alameti gören, halk içinde Hakk ile olmayı bilenler… “Bizim yolumuz sohbettir” düstûr-u âlîsini iltizam edenler… Allâh’ın rahmetini insanlara merhamette görenler… Ahlâk-ı Hüdâ ile ahlaklanma sırrına erenler… İrfan medresesinde ders verenler… Mekke, Buhara, Yemen, Rumeli, Anadolu’yu irşat edenler… Gönüllere nakşedenler… Onlar, Nakşî Taifesi… (Kaddesallâhü Esrârahüm)…
ما أحسنَ النقشبنديين سيرتَهم
يمشون بالركْب مَخفيين للحرَمِ
“Ne güzeldir Nakşibendîler’in yolculukları, Sessizce ulaştırırlar hareme yolcuları.”
Mevlâ Teâlâ, Risâlet-penâh Efendimiz (Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem)i kulları ile kendisi arasında vasıta kılmış, tefekkür etmeleri için insanlara, kendilerine indirileni açıklamasını emretmiş (en-Nahl, 44), ona itaati kendisine itaat saymıştır (en-Nisâ, 4/80). Ehl-i Kıble’nin, ahirete irtihalinden sonra Yüce Peygamber (Sallallâhü Aleyhi ve Sellem) ve her biri hidayet rehberi olan Hulefâ-i Râşidîn (Radıyallâhü Anhüm)in sünnetine azı dişleriyle ısırırcasına sarılmalarını (Ahmed ibni Hanbel, 28, 367), âlimlerin peygamberlerin varisi olduğunu, (Ebû Dâvûd, İlim 1) nutku ancak vahiyden ibaret olandan (en-Necm, 53/4) duyurmuştur. Binâenaleyh o Azîz Peygamber (Sallallâhü Aleyhi ve Sellem)in varisleri de Allâh (Celle Celâlühü) ile kullar arasında birer vasıta olmuştur. Nitekim, “çıkar mı arşa bir zayıf mur (karınca)?” Bir karıncanın arşa çıkması nasıl ki zorsa, kendi başına bir insanın o yüce Mevlâ’ya ulaşması öyle zordur. “Mevlânâ Mevlây-ı Rûm olmadı, ta ki Şems-i Tebrîzî’nin müridi olmadıkça!”
İmam-ı Rabbânî (Kuddise Sirruhû) Mektûbât’ında şöyle buyurmaktadır: “Bil ki, Allâh dostları kalbî hastalıkların tabipleridir. Batınî hastalıkların giderilmesi bu büyüklerin teveccühlerine bağlıdır. Onların kelamları ilaç, sözleri şifadır. Onlar, kendileriyle beraber bulunanların şakî olmadığı bir topluluktur.[1] Onlar Allâh adamlarıdır. Onlar sebebiyle yağmur yağdırılır, rızık gönderilir. Kalbî hastalıkların ve batınî rahatsızlıkların başı kalbin, Hakk Sübhânehü ve Tealâ Hazretleri’nden başka şeylere bağlanmasıdır. Bu bağlanmadan tamamen kurtulmadıkça kalbin selameti imkânsızdır.”[2]
Allâh (Celle Celâlühû) Kur’ân-ı Hakîm’inde peygamberlerin (Salavatullahi Ala Nebiyyinâ ve Aleyhim Ecma’în) ve salihlerin kıssalarını anlatmış, Müslümanların onları örnek almasını emretmiştir.[3] Ayrıca Peygamberlerin (Salavatullahi Ala Nebiyyinâ ve Aleyhim Ecmaîn) en faziletlisi olan Efendimiz (Sallallâhü Aleyhi ve Sellem)de bizler için çok güzel bir örnek bulunduğunu Kitâb-ı Mecîd’inde bildirmiş, ona uymamızı emretmiştir[4]:
﴿لَقَدْ كَانَ لَكُمْ فِي رَسُولِ اللَّهِ أُسْوَةٌ حَسَنَةٌ لِمَنْ كَانَ يَرْجُو اللهَ وَالْيَوْمَ الْآخِرَ وَذَكَرَ اللهَ كَثِيرًا﴾
“Andolsun ki, muhakkak size, Allâh’a ve son güne ümit besley(ip sevabını bekley)en (korkan) ve Allâh’ı çokça ananlar için Allâh’ın Rasûlü’nde pek güzel bir (sünnet) örnek vardır.”[5]
Peygamber (Sallallâhü Aleyhi ve Sellem)e kemâl-i ittiba ile uyan âlimlere ve velîlere tabi olmak ona tabi olmak demektir. Kezâ, bir mürşid-i kâmil-i mükemmile bağlanmak hakikatte Peygamber (Sallallâhü Aleyhi ve Sellem)e bağlanmak demektir.
Geçmiş büyüklerimiz: “Kalpleri selamete ermiş olan salih kimselerin hayatlarını okumak en faydalı amellerdendir.”[6] demiştir. Bu salihlerden birisi de batınî hastalıkların tabibi olan Nakşî büyüklerinden olup, birçok kişinin gafletten uyanmasına vesile olan, Rabbânî ilhamlar sahibi, saliklerin terbiyecisi Hazret-i Gavs-ı A’zam Şeyh Abdullah-ı Mekkî-i Erzincânî (Kuddise Sirruhû)dir.
Bir Kenz-İ Bârî: “Abdullah-ı Mekkî” (Kuddise Sirruhû)
Aslen Mekkeli olduğu için Mekkî, bir müddet o pâk bedeniyle Erzincan’ı şereflendirdiği için Erzincanî nisbetleriyle anılmıştır. Allâh (Celle Celâlühû)ın beldesi olan Mekke’de bulunduğu için de el-Mücâvir fî Beledillâh denmiştir. Silsile-i sâdât (Kaddesallâhü Esrârahüm)ın 31. halkasıdır.
Abdullah-ı Mekkî (Kuddise Sirruhû) 19. yüzyılda yaşamış olup, zahiri ilimlerde iyice yükseldikten sonra Bağdat’ta bulunduğu sırada Nakşibendiyye pîrânının 30. halkası olan Kutbu’l-‘Ârifîn Hazret-i Mevlâna Hâlid-i Bağdâdî (Kuddise Sirruhû)’nin sohbetinde bulunmuş, terbiyesinde yetişmiştir. Döneminde zahirî ve batınî ilimlerde zirveye oturan Halid-i Bağdâdî (Kuddise Sirruhû) birçok velî ve alim yetiştirip, dört bir yana halife gönderdi.[7] Buna paralel olarak da münkirlerin haset oklarına maruz kaldı.[8]
Abdullah-ı Mekkî (Kuddise Sirruhû) Mevlana Hâlid (Kuddise Sirruhû)in elinde sülük basamaklarını katedip, yüksek manevî derecelere erişti. Şeyhinden çok istifade edip, birçok kişi yetiştirdi. Hâlid-i Bağdâdî (Kuddise Sirruhû) ona mutlak hilafet verip irşat vazifesi için muhtelif beldelere gönderdi.[9]
Büyük Şeyh Efendi Mustafa İsmet Garibullah (Kuddise Sirruhû) bu durumu şöyle açıklamaktadır:
خصوصــا شيخ عبد اللهى ذيشان
بغداد و ارضروم سمتنه كوندردى اول آن
اوياندى بونجه انسان آندن اى جان
قموســـى بولديلر اســرار سبحـــان
بو غوثدر اصل غوث حــــقه كيده لم
جـمـال با كمـــاله سير ايده لم
“Husûsâ Şeyh Abdullâh-i zîşân (şan sahibi),
(Hazret-i Halid) Bağdad ve Erzurum semtine gönderdi ol ân,
(Gafletten) Uyandı bunca insan ondan (onun sebebiyle) ey can,
Kamûsi (hepsi) buldılar esrâr-ı Sübhân (Allâh’ın sırlarını),
Bu gavstır asıl gavs Hakk’a gidelim,
Cemâl-i bâ kemâle seyr idelim.”[10]
Abdullah-ı Mekkî (Kuddise Sirruhû) ömrünün sonuna kadar insanları hakka davet etmek, Allâh (Celle Celâlühû)’ın emir ve yasaklarını anlatmakla meşgul oldu. Yüz binlerce insan onun feyiz ve kemalinden istifade etti. Biat âyetinin işaretince ona intisap edip biat ehli oldu. Mevlâ (Celle Celâlühû) şöyle buyurmaktadır:
﴿ إِنَّ الَّذِينَ يُبَايِعُونَكَ إِنَّمَا يُبَايِعُونَ اللَّهَ يَدُ اللهِ فَوْقَ أَيْدِيهِمْج فَمَنْ نَكَثَ فَإِنَّمَا يَنْكُثُ عَلَى نَفْسِهِج وَمَنْ أَوْفَى بِمَا عَاهَدَ عَلَيْهُ اللهَ فَسَيُؤْتِيهِ أَجْرًا عَظِيمًا﴾
“(Ey Habibim!) Muhakkak ki (Hudeybiye’de) sana biat edenler ancak Allâh’a biat etmektedirler. Allâh’ın (kudret) eli onların ellerinin üzerindedir. Kim ahdini bozarsa, ancak kendi aleyhine bozmuş olur. Kim de Allâh ile olan ahdine vefa gösterirse Allâh ona büyük bir mükâfat (olan Cennet’i) verecektir.”[11]
عن جابر بن عبد الله رضي الله عنهما قال قال لنا رسول الله صلى الله عليه و سلم يوم الحديبية (أنتم خير أهل الأرض)
Câbir ibni Abdullah (Radıyallahü anhumâ)’dan nakledildiğine göre Rasûlüllâh (Sallallâhü Aleyhi ve Sellem) onlara (Hudeybiye ehli) şöyle buyurmuştur:
“Siz, yeryüzü ahalisinin en hayırlısısınız!”[12]
Abdullah-ı Mekkî (Kuddise Sirruhû) Mekke’deyken pîrânımızdan olan Mustafa İsmet Garîbullah Büyük Şeyh Efendi (Kuddise Sirruhû) kendisine intisap edip icazet aldı. Daha sonra Büyük Şeyh Efendi (Kuddise Sirruhû) manevî bir işaretle Edirne’ye gelip Sultan Camii’nde irşat vazifesini yürüttü. Bir müddet sonra İstanbul semtlerinden Kocamustafapaşa’ya geldi. Cennet mekân Sultan Abdülmecîd Han’ın da mürşidi olan Büyük Şeyh Efendi (Kuddise Sirruhû) Silsile-i Zeheb (Altın Silsile)’in 32. halkasıdır. Kabri, kendisinin yaptırdığı tekkenin bahçesindedir. Silsile-i Zeheb’in 33. halkası olan Halîl Nurullah-ı Zağravî (Kuddise Sirruhû) de yanında medfun bulunmaktadır.
Mevlâna Halid-i Bağdâdî (Kuddise Sirruhû), insanların, Allâh (Celle Celâlühû)’ın sırlarını bulmaları için Abdullah-ı Mekkî (Kuddise Sirruhû) Hazretlerini Erzincan’a gönderdi. Önce Erzurum’a uğrayan Abdullah-ı Mekkî (Kuddise Sirruhû), sonra Erzincan’a gitmek için yola çıktı. Bu büyük zat bu yolculuğunda daha sonra Kudüs’e, oradan da Mekke’ye gidecekti. Bu seyahatler şüphesiz birçok manevî hikmetlerle doluydu.
Nakşibendiyye büyükleri kurtuluşa ermenin yolunu, yeryüzünde Allâh (Celle Celâlühû)’ın hudûdunu ikame ettiği için O’nun halifesi kılınmış olan insanlığı[13], iyiye delalet etmek, kötüden engellemekte görmüşlerdir. Sübhân Tealâ şöyle buyurmuştur:
﴿ وَلْتَكُنْ مِنْكُمْ أُمَّةٌ يَدْعُونَ إِلَى الْخَيْرِ وَيَأْمُرُونَ بِالْمَعْرُوفِ وَيَنْهَوْنَ عَنِ الْمُنْكَرِط وَأُولئِكَ هُمُ الْمُفْلِحُونَ ﴾
“İçinizden hayr(dan ibaret olan İslâm’)a çağıran, iyiliği emredip kötülükten men’ eden bir topluluk bulunsun. İşte kurtuluşa erenler onlardır.”[14]
Yine bu sadette şöyle buyurmuştur:
﴿كُنْتُمْ خَيْرَ أُمَّةٍ أُخْرِجَتْ لِلنَّاسِ تَأْمُرُونَ بِالْمَعْرُوفِ وَتَنْهَوْنَ عَنِ الْمُنْكَرِ وَتُؤْمِنُونَ بِاللهِ ﴾
“Siz, insanlar için çıkarılmış en hayırlı ümmetsiniz; iyiliği emreder, kötülükten men eder ve Allâh’a inanırsınız…”[15]
Erzincan’a gitmek üzere yola çıkan Abdullah-ı Mekkî (Kuddise Sirruhû) dağları ve ovaları seyrederek yaklaştıklarını anladığında yanındakilere: “Allâhu a’lem Mevlana Halid (Kuddise Sirruhû)’in bize tarif eylediği yer burası olmalıdır. Burada bir zatın bizde emaneti vardır.” dedi.
Abdullah-ı Mekkî (Kuddise Sirruhû) Erzincan’a teşrif buyurunca insanlar akın akın ziyaretine geldiler, ondan istifade etmeye çalıştılar. Çünkü Abdullah-ı Mekkî (Kuddise Sirruhû) Hazretleri sırlarla ve manevi güzelliklerle dolu bir zattı. Büyük Şeyh Efendi İsmet Garîbullah (Kuddise Sirruhû) şöyle buyurmaktadır:
آنك فيضى كمـــــالى سر علمى
بيان اولماز جمالى بحر حلمى
جهــــــانه غـــوث عالم كلدى جســــمى
جهانى نوره غرق ايتمشدى علمى
بو علميله كلوب حقه كيده لم
جمـــــــال باكماله سير ايده لم
“Anın (onun) feyz-i kemâli sırr-ı ilmi (ilminin sırrı),
Beyan olmaz cemâli (manevî güzelliği) bahr-ı hilmi (engin denizler gibi olan hilmi),
Cihana gavs-ı alem geldi cismi,
Cihanı nura ğark etmişti ilmi,
Bu ilmiyle gelüb Hakk’a gidelim,
Cemâl-i bâ kemâle seyr idelim.”[16]
Abdullah-ı Mekkî (Kuddise Sirruhû)’yi görmeye gelenler arasında Terzi Baba (Kuddise Sirruhû) diye bilinen, terzilikle uğraşan Muhammed Vehbi (Hayyat Vehbi) Efendi (Kuddise Sirruhû) de vardı. Mezkûr zat ufacık dükkânında hem dikiş diken, hem de Allâh (Celle Celâlühû)’ı zikreden biriydi. İğneyi kumaşa her geçirişinde mübarek İsm-i Şerîf’i zikrederdi.
Terzi Baba (Kuddise Sirruhû) içeriye girdiğinde Abdullah-ı Mekkî (Kuddise Sirruhû) ayağa kalktı, ona iltifatta bulundu. Daha sonra orada bulunanlara: “Bu zatın serveti var mıdır?” diye sordu. Oradakiler pek bir servetinin olmadığını söylediler. Belli ki gayet mütevazı bir şekilde derviş hayatı süren bir zattı. Bu zat, ileride Abdullah-ı Mekkî (Kuddise Sirruhû)’nin en meşhur halifelerinden olacaktı.
Terzi Baba (Kuddise Sirruhû)’yı yanına oturtan Abdullah-ı Mekkî (Kuddise Sirruhû) ona şöyle buyurdu: “Evladım! Pîr-i a’zam Mevlâna Halid (Kuddise Sirruhû) bizi buralara gönderdi, bize ehli olan kimseye verebileceğimiz bir emanet verdi. O emanete seni uygun gördüm. Kabul edersen onu sana teslim edeyim.” Belli ki bu yolculukta da kâl ehlinin sadece anlatmakla yetineceği, hâl ehlinin ise mahiyetini iyi idrak edeceği manevî bir hikmet vardı. Tıpkı Rasûlüllâh (Sallallâhü Aleyhi ve Sellem)’ın mumundan ateş alıp mumlarını yakan işte bu büyüklerden birisi olan Ali Haydar Efendi (Kuddise Sirruhû) Hazretleri’nin, Üstadımız Hacı Mahmud Efendi (Kuddise Sirruhû)yi ilk gördüğündeki kelimeleri misali: “İşte emanetleri teslim edeceğim kimse geldi…”
Bunun üzerine Terzi Baba (Kuddise Sirruhû) Abdullah-ı Mekkî (Kuddise Sirruhû)ye: “Siz bilirsiniz.” dedi. Abdullah-ı Mekkî (Kuddise Sirruhû): “Vereceğim emanet sana çok fayda sağlayacak” deyince, “Efendim! Vallahi dünya için Allâh demem” cevabını verdi. Altın harflerle yüreklere kazınması gereken bu söz, onun bu manevî emaneti aldığına delalet ediyordu. (Halen bu söz Terzi Baba (Kuddise Sirruhû)’nın Erzincan’da bulunan türbesinin girişinde yazılıdır. Türbesi Erzincan Terzi Baba Mezarlığı’nın ortasındadır.) Abdullah-ı Mekkî (Kuddise Sirruhû) ondan bu cevabı alınca şöyle buyurdu: “Evladım haydi git! Sana teslim edeceğim emanet de işte buydu.”
Bundan sonra Terzi Baba (Kuddise Sirruhû) feyizlere gark oldu, manevî hallere büründü. Miftâhu’l-Kenz isimli manzum eserini yazdı. Rabıta vesilesiyle Mevlâ (Celle Celâlühû) ile arasında perde olan cismanî varlığı kaldırdı. Terzi Baba (Kuddise Sirruhû) Hazretleri şöyle buyurmuştur:
طريقـــــى رابطــــــه اصل اصولدر
بو دخى باعث سير وصولدر
صقين ترك ايلمه او شغل پا كى
آنكله وارليغك بولسون هلاكى
“Tarîk-i rabıta (rabıta yolu) asl-ı usuldür (Asılların aslıdır),
Bu (rabıta) dahi bais-i seyr-i vusüldür (Allâh’a ulaşma seyrine sebeptir),
Sakın terk eyleme o şuğl-i pâkî (tertemiz meşguliyeti),
Anınla (onunla) varlığın bulsun helâki.
Erzincan’da bir müddet kalan ve insanları irşat eden Abdullah-ı Mekkî (Kuddise Sirruhû) Hazretleri, Terzi Baba (Kuddise Sirruhû)’nın velayet derecesini müşahede ettikten sonra ona hilafet vererek Erzincan’dan ayrıldı. Bundan böyle sohbet ve irşat vazifelerini burada Terzi Baba (Kuddise Sirruhû) yürüttü.
Bu büyükler sohbeti elzem görmüş, düstur edinmişlerdir. Üstadımız Hacı Mahmud Efendi (Kuddise Sirruhû) Hazretleri şöyle buyurmuştur: “İnsanlar et gibi, ulema tuz gibidir. Tuzsuz et koktuğu gibi ulema ve sohbetinden mahrum kalan da çürür ve kokar.”
Abdullah-ı Mekkî (Kuddise Sirruhû) Hazretleri’nin diğer bir halifesi de Süleyman-ı Kırîmî (Kuddise Sirruhû)dir. Mezkûr zat da Medîne-i Münevvere’de irşat faaliyetlerini yürütmüştür. Süleyman-ı Kırîmî (Kuddise Sirruhû), Büyük Şeyh Efendi (Kuddise Sirruhû)’yle beraber Abdullah-ı Mekkî (Kuddise Sirruhû)’nin sohbetine mülâzemet gösterirlerdi. Bir gün ikisi beraber Taif’e doğru yola çıktılar. Yolda ilerlerken birdenbire Süleyman-ı Kırîmî (Kuddise Sirruhû)’nin devesi çöküverdi. Bunun üzerine Büyük Şeyh, Efendi (Kuddise Sirruhû)ye döndü ve Abdullah-ı Mekkî (Kuddise Sirruhû)yi kastederek: “Sultan vefat etti, Mekke’nin hizmeti bana verildi.” dedi. Geri dönüp tekkeye geldiler. Baktılar ki, Abdullah-ı Mekkî (Kuddise Sirruhû) gerçekten de vefat etmiş.
Kemâlât-ı velayet ve kemalât-ı nübüvvet makamlarını tamamlayıp, hidayet üzere kulları Hakk’ın yoluna davet eden bu Nakşî Taifesi ölmeden evvel ölme sırrına mazhar olmuşlardır.
Abdullah-ı Mekkî (Kuddise Sirruhû)den sonra sırasıyla; Mustafa İsmet Garîbullah Büyük Şeyh Efendi (Kuddise Sirruhû), Halîl-i Nurullah-ı Zağravî (Kuddise Sirruhû), Ali Rıza Bezzâz (Kuddise Sirruhû), Ali Haydar Efendi Baba (Kuddise Sirruhû) ve Üstadımız Hacı Mahmud Efendi (Kuddise Sirruhû) Hazretleri gelmiştir.
Cenab-ı Hakk (Celle Celâlühû) bizleri cümlesinin şefaatine nail eylesin… Âmin.
“Şu dostlarla bizi cem’ et yâ İlâh, Çünkü bu dostlar bize oldu penâh…”
Dipnotlar
[1] Buhârî, De’avât 66
[2] İmâm-ı Rabbânî, Mektûbât, I, 113, [109. Mektûb]
[3] el-Mümtehine, 60/4-6
[4] el-Mâturidî, Te’vîlâtü Ehli’s-Sünne, Dâru’l-Kütübi’l-‘İlmiyye, 1. Baskı, Beyrut 1995, VIII/368 İbn Kesîr, Tefsîru’l
Kur’âni’l-‘Azîm, Dâru Tîbe, 3. Baskı, 1999, VI/391
[5] el-Ahzâb, 33/21; bkz. İbn Abbas, Tefsîru İbn Abbas, I/419; el-Kurtubî, el-Câmi’ li Ahkâmi’l-Kur’ân, XIV/138
[6] Taşköprîzâde, Miftâhu’s-Sa’âde, Dâru’l-Kütübi’l-‘İlmiyye, 1. Baskı, Beyrut 1985, I/259
[7] Hayderîzâde, İbrahîm Fasih ibni Sıbğatullâh, el-Mecdü’t-Tâlid, el-Mektebetü’l-Hâşimiyye, 1. Baskı, İstanbul 2014,
s. 91
[8] İbn Abidîn, Muhammed Emin, Sellü’l-Hisâmi’l-Hindî (Resâilü İbn Abidîn içinde), II, 288
[9] Hayderîzâde, a.g.e., s. 91
[10] Mustafa İsmet, Garibullah, Risâle-i Kudsiyye (trc. Mahmud Ustaosmanoğlu), II, 418
[11] el-Feth, 48/10; bkz. el-Bursevî, İsmail Hakkı, Rûhu’l-Beyân, Dâru’l-Fikr, Beyrut, IX/19; el-Beydâvî, Abdullah
ibni Ömer, Envâru’t-Tenzîl ve Esrâru’t-Te’vîl, Dâru İhyâi’t-Türâsi’l-‘Arabî, 1. Baskı, Beyrut 1418, V/127
[12] Buhârî, Meğâzî 35; bkz. İbn Hacer Askalânî, Fethu’l-Bârî, Dâru’l-Marife, Beyrut, VII/443
[13] el-Kastalânî, İrşâdü’s-Sârî, el-Matba’atü’l-Kübrâ el-Emîriyye, VII. Baskı, Mısır 1353, V/317; Molla Alî el-Kârî,
Mirkâtü’l-Mefâtîh Şerhu Mişkâti’l-Mesâbîh, Dâru’l-Fikr, 1. Baskı, Beyrut 2002, IV/1615
[14] Âl-i İmrân, 3/104; bkz. es-Sa’lebî, Tefsîru’s-Sa’lebî, I/462; el-Beğavî, Me’âlimü’t-Tenzîl, Dâru Tîbe, IV. Baskı,
1997, II/84
[15] Âl-i İmrân, 3/110; bkz. el-Kuşeyrî, Tefsîru’l-Kuşeyrî, I/370
[16] Mustafa İsmet, Garibullah, a.g.e., II, 422