Mevlânâ Mustafa İsmet Ğarîbullâh Hazretleri (Kuddise Sirruhû)
مصطفى عصمت غريب الله بودر فيض جارى قطب اهل الله بودر
Mustafa İsmet Ğarîbullâh budur
Feyz-i cârî kutb-i ehlullâh budur.[1]
Tarîkat-ı Nakşibendiyye’nin otuz ikinci altın halkası; hidâyet ve irfan sahibi, rahmet denizi, ilâhî feyizlerin masdarı ve hakikat ehlinin önderi Mevlânâ Mustafa İsmet Ğarîbullâh Büyük Şeyh Efendi (Kuddise Sirruhû)dur. Kendisine Yanya’ya nisbetle Yanyavî denmiştir. Mevlânâ Abdullah Mekkî (Kuddise Sirruhû)dan kesbettiği kutlu emaneti Mevlânâ Halil Nurullah ez-Zağravî (Kuddise Sirruhû)ya ulaştırmıştır. Binlerce insanın hidâyetine vesile olmuş, Nakşibendiyye tarîkatını Mekke’den Anadolu’ya getirmiştir. Bundan dolayı Ali Haydar Efendi Baba (Kuddise Sirruhû) ona “Büyük Şeyh Efendi” denilmesini buyurmuştur.
Dünyaya Gelişi ve Yanya
Mevlânâ Mustafa İsmet Ğarîbullâh Büyük Şeyh Efendi (Kuddise Sirruhû) 1808 (h. 1223) yılında şu anda Yunanistan sınırları içerisinde bulunan Yanya’da dünyaya geldi. Yanya, Sultan 2. Murad Han döneminde fethedilen ve Balkan savaşlarına kadar yaklaşık 450 sene Osmanlı’nın egemenliği altında yaşayan bir Arnavut şehridir. Osmanlı’nın önem verdiği bu şehir yüzyıllar boyu İslâmî ilimlerin revaç bulduğu, mutasavvıfların yetiştiği önemli bir merkez hâline gelmişti. Büyük Şeyh Efendi (Kuddise Sirruhû) burada dünyaya geldiğini Risâle-i Kudsiyye’de şöyle nazmetmiştir:
İlâhî Mustafa İsmet ki ismim
Zuhuru Yanya’da oldu bu cismim
Musavverdir senin levhinde azmim
Aman gark et visâl-i bahre resmim
Bu resmim mahvolup Hakk’a gidelim
Cemâl-i bâ kemâle seyredelim.[2]
Gençlik çağlarını Yanya’da geçiren Mevlânâ Mustafa İsmet Ğarîbullâh (Kuddise Sirruhû) burada mahkeme-i şeriyye kâtipliği görevinde bulundu. Genç yaşına rağmen ilmi ile temâyüz ederek ilmî camiada bir mekânet elde etti. Ancak gönlündeki vusûl sevdası ve Allah (Celle Celâluhû) aşkı onu bir arayışa sevk etti. Öyle ki bu aşk onu binlerce kilometre öteye, Mekke-i Mükerreme’ye atmıştı.
Abdullah-ı Mekkî (Kuddise Sirruhû)ya İntisabı
Silsile-i Aliyye’nin otuzuncu halkası Mevlânâ Hâlid-i Bağdâdî (Kuddise Sirruhû) vefatına yakın bir zamanda kendisinden sonra halkı irşâd etmesi için Mevlânâ Abdullah-ı Mekkî (Kuddise Sirruhû)yu bırakmıştı.[3] Abdullah-ı Mekkî (Kuddise Sirruhû) Ebû Kubeys dağındaki tekkesinde ibadet ediyor, irşâd vazifesini yerine getiriyordu. Büyük Şeyh Efendi (Kuddise Sirruhû) onun yanına giderek inabe aldı ve yedi sene boyunca hizmetinde bulundu. Burada seyr-i sülûkünü tamamladıktan sonra Abdullah-ı Mekkî (Kuddise Sirruhû)dan icâzet aldı.
Süleyman Kırımî (Kuddise Sirruhû) ile Taif Yolculuğu
Süleyman-ı Kırımî (Kuddise Sirruhû), Mevlânâ Mustafa İsmet Ğarîbullâh Büyük Şeyh Efendi (Kuddise Sirruhû) ile beraber Abdullah-ı Mekkî (Kuddise Sirruhû)nun sohbetine mülâzemet gösteren aslen Kırımlı bir zattı. Büyük Şeyh Efendi’nin arkadaşıydı. Risâle-i Kudsiyye’de bu zattan şöyle bahsedilir:
Bu zatlar her biri bir Kenz-i Sübhân
Gönül tut, tâ olasın bahr-ı ummân
Hususa Mekke’de eş-Şeyh Süleyman
Olupdur, nâib-i menâb-ı gavs-ı irfân
Bu Gavs’ın tut elin Hakk’a gidelim
Cemâl-i bâ kemâle seyredelim.[4]
Bir gün bu zat, Mevlânâ Mustafa İsmet Ğarîbullâh (Kuddise Sirruhû) ve onun birkaç arkadaşıyla beraber Taif’e doğru yola çıktılar. Yolda ilerlerken birdenbire Süleyman-ı Kırîmî (Kuddise Sirruhû)nun devesi çöküverdi. Bunun üzerine Büyük Şeyh Efendi (Kuddise Sirruhû)ya döndü ve Abdullah-ı Mekkî (Kuddise Sirruhû)yu kastederek: “Sultanımız vefat etti, Mekke’nin hizmeti bana verildi.” dedi. Geri dönüp geldiler, baktılar ki Abdullah-ı Mekkî (Kuddise Sirruhû) gerçekten de vefat etmiş. Abdullah-ı Mekkî (Kuddise Sirruhû) 1894 tarihinde Ebû Kubeys Dağı’ndaki tekkesinde Hakk’a yürüdü ve oradaki görevi Süleyman Kırımî (Kuddise Sirruhû) devam ettirdi.
Anadolu’ya Gelişi
Büyük Şeyh Efendi (Kuddise Sirruhû) ise manevî bir işaretle Edirne’ye gelip, Sultan Camii’nde irşâd vazifesine başladı. Risâle-i Kudsiyye’de bu durumu şöyle anlatmaktadır:
Edirne’de hususa kemter İsmet
Ki Sultan Camii’ndedir ikâmet
Duâ-yı padişahla istikâmet
Eder leyl-ü nehâr yok asla gaflet
Teveccüh üzreyim Hakk’a gidelim
Cemâl-i bâ kemâle sayredelim.[5]
Büyük Şeyh Efendi (Kuddise Sirruhû) Edirne’de halifelerinden Hüseyin Kudsî Efendi’nin kerîmesi Nakşiye Hanım ile evlenmek için istek gönderdi. Nakşiye Hanım çok muhterem ve şerefli bir hanımdı. Bu isteği aldıktan sonra kendisine manada: “İsmet Efendi ile evliliğe razı olunuz” denildi. Bunun üzerine o da: “Baş üstüne!” diyerek hemen kabul etti ve evlendiler. Bu evlilikten Nimetullah, Hafız, Ferdi, Bahâeddîn, Nakşiye ve Sıddîka isimlerinde 6 çocukları oldu.
Bir müddet sonra Mevlânâ Mustafa İsmet Ğarîbullâh (Kuddise Sirruhû) İstanbul semtlerinden Kocamustafapaşa’ya geldi ve irşâda burada devam etti. İstanbul’daki vazifesi esnasında birçok önemli zat ondan inabe alarak müridanı arasına girdi. Sultan Abdülmecid Han ve 2. Abdülhamid Han döneminin dâhiliye nazırı (içişleri bakanı) Mehmed Memduh Paşa bunlardan bazılarıdır.
Yüksek Hâlleri ve Menkıbeleri
Büyük Şeyh Efendi (Kuddise Sirruhû) ömrü boyunca sünnet-i nebeviyyeyi yaşatmak için çalışmıştır. Her işinde Peygamber Efendimiz (Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem)i rehber edinmiş, ilim ve irfana çok önem vermiştir. Şeriatsız bir tarikatın müstakim olamayacağını, ahir zamanda ilim yok olmaya yüz tutmuşken bu mecalde çalışanların çok aziz olduğunu devamlı bildirmiştir. Hayatı boyunca dünya malına zerre kadar değer vermemiş, makam sahibi kimselere yönelmemiştir. İslâm devleti büyüklerine dua etmiş, onların muzaffer olması için teveccüh etmiştir. Eriştiği manevî makamların neticesi olan yüksek hâlleri yanındakiler tarafından müşahede edilmiştir.
Nakledildiğine göre Sultan Abdülmecid Han Büyük Şeyh Efendi (Kuddise Sirruhû)yu saraya yemek için her çağırdığında Büyük Şeyh Efendi (Kuddise Sirruhû) yer gibi yapar, ekmekleri koynuna doldururdu. Bunu fark eden birisinin bunu padişaha açıklaması üzerine Büyük Şeyh Efendi sofradan bir ekmek alarak sıktı ve ekmekten kan damladı. Böylece dünya malının tehlikesi ile ilgili ibretlik, harikulâde bir olay izhâr etti.
Yine rivayet edildiğine göre Büyük Şeyh Efendi (Kuddise Sirruhû) bir gün berberde tıraş oluyordu. Tıraşı bitmek üzereyken bir beyoğlu çıkageldi. Orada bulunan herkes ayağa kalkarken Büyük Şeyh Efendi (Kuddise Sirruhû) sükûnetini muhafaza ederek ayağa kalkmadı. Bunun üzerine beyoğlu bu duruma çok hiddetlendi ve Büyük Şeyh Efendi (Kuddise Sirruhû)nun henüz kazınmış mübarek başına vurarak şöyle dedi: “Kabağa bak kabağa!” Berber bu durumdan çok rahatsız olsa da korkusundan bir şey diyemedi. Gitmek üzere atına yönelen beyoğlunun, ayağını eyere atmasıyla atın huysuzlanması ve onu tepe üstü yere atması bir oldu. Oradakilerin şaşkın bakışları içerisinde berbere dönen beyoğluna berberin cevabı şu oldu: “Kabağa sor kabağa!”
Risâle-i Kudsiyye
Büyük Şeyh Efendi (Kuddise Sirruhû)nun ihvânını sohbet yoluyla olduğu gibi telif yoluyla da irşad etmiştir. Onun kuşkusuz en büyük telifi Risâle-i Kudsiyye’dir. Bunun dışında özelde Ali Sırrı Efendi ve Ahmed Hilmi Efendi gibi zatlara, genelde ise tüm ihvanına vaaz ve nasihat mahiyetinde gönderdiği mektuplar bulunmaktadır.
Risâle-i Kudsiyye kitabı Osmanlıca nazım şeklinde kaleme alınmış, ilhâmî bir kitaptır. Büyük Şeyh Efendi (Kuddise Sirruhû) bunu şöyle açıklar:
Risâlem cevher-i kudsî cihanda
Ne mümkin misli yazılmak bu şanda
Olup ilhâm-ı Hak çün bu nişanda
Zuhuri cevherin taşda yabanda
Huda kâdir hemen Hakk’a gidelim
Cemâl-i bâ kemâle seyredelim.[6]
Ali Haydar Efendi Baba (Kuddise Sirruhû) Risâle-i Kudsiyye hakkında şöyle buyurmaktadır: “Dünyada iki kitap vardır ki, itiraz kabul etmez. Birisi Mesnevî, diğeri ise Risâle-i Kudsiyye’dir. Lâkin Risâle-i Kudsiyye şerî ilimleri ihtiva etmesi yönünden daha ağırlıklıdır.”
Mahmud Efendi (Kuddise Sirruhû) da şöyle buyurmaktadır: “Bu Risâle-i Kudsiyye, Mektûbât’ın metni gibidir.”
Kütüphanelerde Risâle-i Kudsiyye’nin yazma ve matbu nüshaları bulunmaktadır. Mahmud Efendi (Kuddise Sirruhû) hazretlerimizin ve Ali Haydar Efendi (Kuddise Sirruhû)nun da yazdığı birer nüsha bulunmaktadır. Şu anki yaygın nüshasının istinsah ve çoğaltılması Mahmud Efendi (Kuddise Sirruhû) hazretlerimizin eliyle olmuştur. Bir gün ihvandan Ahmed Hamdi Ustaosmanoğlu’yu[7] çağırarak: “Risâle-i Kudsiyye’nin çoğaltılmasını istiyorum; ihvânlarımız bundan istifade etsinler” buyurdu. Bunun üzerine o şahıs nüshayı Hattat Halim Özyazıcı’ya götürerek yazdırdı. Daha sonra matbaaları dolaşarak çoğaltmak istedi. Ama o günün şartlarından dolayı bu gayeyi gerçekleştiremedi. Bir süre sonra bu işi Türkiye’de gerçekleştiremediğini anlayınca hac kafilesiyle birlikte Suriye’ye gitti ve orada bastırarak kitapları önce Afyon, sonrasında İstanbul’a getirip neşrini gerçekleştirdi.
Meşhur Halifeleri
Büyük Şeyh Efendi (Kuddise Sirruhû) insanları irşad etmeleri için geriye halifeler bırakmıştır. Bunların ilki Mevlânâ Halil Nurullah Zağravî (Kuddise Sirruhû) olmak üzere diğer meşhur halifeleri Şeyh Ahmed Hilmi Efendi, Şeyh Şerif Kudsî Efendi ve Şeyh Hüseyin Kudsî Efendi’dir. Sünnete uygun bir şekilde lakap vermeyi adet edinen Büyük Şeyh Efendi (Kuddise Sirruhû) Halil Zağravî (Kuddise Sirruhû)ya “Nurullah”, Şerif ve Hüseyin Efendilere “Kudsî” lakaplarını, kendisine ise Ğarîbullâh (Allah’ın garibi) lakabını verdi.
Tekkesi ve Vefatı
İstanbul Kocamustafapaşa’da bir müddet ikamet eden ve burada irşâd ile meşgul olan Büyük Şeyh Efendi (Kuddise Sirruhû) daha sonra Çarşamba semtinde bulunan, şu anki tekkenin bulunduğu yeri satın almaya karar verdi. Bu arada Rumlar da burayı satın alıp Kırmızı Kilise’ye ait bir müştemilât yapmak istiyorlardı ve yüksek meblağlar teklif ediyorlardı. Ancak arazinin şuurlu sahibi Rumlar’ın yüksek teklifine rağmen az bir bedelle tekkeye sattı.
Tekkenin arazisi alındıktan bir müddet sonra inşaat bitti ve Büyük Şeyh Efendi (Kuddise Sirruhû) burada irşada başladı. Fakat kısa zaman sonra Büyük Şeyh Efendi (Kuddise Sirruhû)nun mübarek ağzından şu kelimeler dökülecekti: “Tekkeyi buldunuz ama şeyhi kaybedeceksiniz!”[8]
Gerçekten de altı ay kadar sonra, 15 Ocak 1872 (h. 1289) tarihinde Mevlânâ Mustafa İsmet Ğarîbullâh (Kuddise Sirruhû) vefat etti ve tekkenin bahçesine defnedildi. Burası zamanla hazire şekline dönüştü ve önemli müridleri de buraya defnedildi. Bunlar şu zatlardır: Mevlânâ Halîl Nurullah-ı Zağravî (Kuddise Sirruhû), Büyük Şeyh Efendi’nin mahdûmu Bahâeddîn Efendi, kayınpederi ve halifesi Hüseyin Kudsî Efendi, Ahmed Hilmi Efendi, Memduh Paşa, Ali Sırrı Efendi, Miralay Mehmed Arif Bey, Ahmed Hulûsî Efendi ve tikveşli Süleyman Remzi Bey.
Dipnotlar
[1] Ali Haydar Efendi (Kuddise Sirruhû)nun yazdığı manzum silsileden alınmıştır.
[2] “Ey benim ilâhım, Rabbim! Benim ismim Mustafa İsmet’tir ki, bu cismimin meydana gelişi Yanya’da oldu. Senin levhinde gayretim, niyetim tasarlanmıştır. Aman sûretimi vuslat deryasına daldır. Bu sûretim o deryada eriyip gitsin, Hakk’a gidelim. Mevlâ’nın kemâl üzere olan cemâlini (güzelliğini) görmeye seyredelim.” Mahmud Efendi, Ustaosmanoğlu, Risâle-i Kudsiyye Tercümesi, Siraç Yayınevi, İstanbul 2000, II/599-600.
[3] Hayderîzâde, İbrahîm Fasih b. Sıbğatullâh, el-Mecdü’t-Tâlid, el-Mektebetü’l-Hâşimiyye, 2014, s. 91.
[4] “Nakşibendiyye büyüklerinin her biri Allah Teâlâ’nın hazinesidir. Bu zatlara râbıta yap, ta ki sen de büyük deniz olasın. Hususi olarak Mekke’de Şeyh Süleyman vardır ki, irfan gavsının makamında vekildir. Bu gavsın elini tut (ona biat et) Hakk’a gidelim. Mevlâ’nın kemâl üzere olan cemâlini (güzelliğini) görmeye seyredelim.” Mahmud Efendi, Ustaosmanoğlu, Risâle-i Kudsiyye Tercümesi, I/430-433.
[5] “Ziyâde noksan olan İsmet bahusus Edirne vilayetinde vazife görüyor. Sultan Camii’nde ikamet ediyordu. Gece-gündüz padişaha dua etmeye devam ediyordu, bundan asla gaflet etmezdi. Teveccüh ediyorum Hakk’a gidelim. Mevlâ’nın kemâl üzere olan cemâlini (güzelliğini) görmeye seyredelim.” Mahmud Efendi, Risâle-i Kudsiyye Tercümesi, I/62-67.
[6] “Risâlem cihanda mukaddes bir cevherdir. Bunun benzeri bir kitap yazılması mümkün değildir. Çünkü bu kitabın yazılması Allah Teâlâ’nın ilhâmı ile olmuştur. Bunun işareti de mücevherlerin yabanda zuhur etmesidir. (Kendisini taşlara, ilhâm ile olan kitabını ise cevhere benzetmektedir. Allah Teâlâ kadirdir Hakk’a gidelim. Mevlâ’nın kemâl üzere olan cemâlini (güzelliğini) görmeye seyredelim.” Mahmud Efendi, Risâle-i Kudsiyye Tercümesi, II/597-598.
[7] Mezkûr zât Mahmud Efendi hazretlerimizin (Kuddise Sirruhû) amcasının oğlu, Mahmud Şevket Ustaosmanoğlu Hocaefendi’nin babasıdır.
[8] Mahmud Efendi, Risâle-i Kudsiyye Tercümesi, I/62.