AKAİD
Akaid, akd kökünden türetilmiş olan akîde kelimesinin çoğuludur. Akîde, sözlükte "gönülden
bağlanılan, düğüm atmışçasına sağlam inanılan şey" demektir. Dinî literatürde akîde, "inanılması
zorunlu olan ilke" (iman esası, mü'menün bih), çoğulu olan akaid kelimesi ise "İslâm dininde
inanılması farz olan hususlar, iman esasları, dinin temel kural ve hükümleri" anlamına gelmektedir.
Kelamın ilgi alnına giren konular:
İlahiyat: Allah ile ilgili meseleler.
Nübüvvet: Peygamberlikle ilgili sorunlar.
Semiyyat: Ahiret ile ilgili meseleler.
Bu üç ana başlığa (Usulû Selase) üç temel usul denmiştir.
I. İMAN
A) İMANIN TANIMI ve KAPSAMI
İman sözlükte, "bir kişiyi söylediği sözde tasdik etmek, doğrulamak, söylediğini kabullenmek, gönül
huzuru ile benimsemek, karşısındakine güven vermek, güvenlikte olmak, şüpheye yer vermeyecek
biçimde içten ve yürekten inanmak" anlamlarına gelir. Terim olarak ise, Hz. Peygamber'i, Allah
Teâlâ'dan getirdiği kesin olarak bilinen hükümlerde (zarûrât-ı dîniyye) tasdik etmek, onun haber
verdiği şeyleri tereddütsüz kabul edip bunların gerçek ve doğru olduğuna gönülden inanmak
demektir.
B) İCMÂLÎ ve TAFSÎLÎ İMAN
İman, inanılacak hususlar açısından icmâlî ve tafsîlî iman olmak üzere ikiye ayrılır.
a) İcmâlî İman : İnanılacak şeylere kısaca ve toptan inanmak demektir. İmanın en özlü ve en kısa şekli
olan icmâlî iman, tevhid ve şehadet kelimelerinde özetlenmiştir
b) Tafsîlî İman : İnanılacak şeylerin her birine, açık ve geniş şekilde, ayrıntılı olarak inanmaya tafsîlî
iman denilir. Tafsîlî iman üç derecede incelenir:
1- Birinci derece :Allah'a, Hz. Muhammed'in Allah'ın peygamberi olduğuna ve âhiret gününe kesin
olarak inanmaktır. Bu, icmâlî imana göre daha geniştir. Çünkü burada âhirete iman da yer almaktadır.
2-İkinci derece :Allah'a, meleklerine, kitaplarına, peygamberlerine, ahıret gününe, öldükten sonra
tekrar dirilmeye, cennet ve cehennemin, sevap ve azabın varlığına, kazâ ve kadere ayrı ayrı
inanmaktır. Tafsîlî imanın ikinci derecesi amentüde ifade edilen prensiplerdir.
3-Üçüncü derece :Hz. Muhammed'in Allah katından getirdiği, bize kadar da tevâtür yoluyla ulaştırılan
bütün haberleri ve hükümleri tasdik etmektir. Bir başka ifadeyle, mânası apaçık (muhkem) âyet ve
mütevâtir hadislerle sabit olan hususların hepsine ayrı ayrı, Allah ve Resulü'nün bildirdiği ve emir
buyurduklarını da içine alacak şekilde bütün ayrıntıları ile inanmaktır. Bu durumda namaz, oruç, hac
ve diğer farzları, helâl ve haram olan davranışları öğrenip bütün bunların farz, helâl ve haram
olduklarını yürekten tasdik etmek tafsîlî imanın üçüncü derecesini oluşturur.
Müslüman olmayan bir kimse, icmâlî iman ile İslâm'a girmiş olur. Bu iman üzere ölürse neticede
cennete girer. Fakat tafsîlî iman ile müslümanın imanı yücelir, olgunlaşır, sağlam temeller üzerine
oturur. Bir insanın, Allah'ı ve O'ndan geleni gönülden tasdik ettikten sonra, Hz. Peygamber'in
açıkladığı buyruk ve yasakları bütünüyle, farzı farz, haramı haram bilerek öğrenmesi, kabullenmesi ve
uygulaması gerekir. Tafsîlî imanın üçüncü derecesi, zarûrât-ı diniyye denilen ve inanılması zorunlu
bulunan bütün inanç, ibadet, muâmelât ve ahlâk hükümlerine inanmayı içermektedir.
C) TAKLÎDÎ ve TAHKÎKÎ İMAN
Taklidi İman : Delillere dayalı olmaksızın sadece çevrenin telkini ile meydana gelen ve âdeta kişinin
İslâm toplumunda doğup büyümüş olmasının tabii sonucu olarak gözüken imana taklîdî iman denilir.
Ehl-i sünnet bilginlerinin çoğuna göre bu tür iman geçerli olmakla beraber, kişi imanı aklî ve dinî
delillerle güçlendirmediğinden dolayı sorumludur. Taklîdî iman, inkârcı ve sapık kimselerin ileri
süreceği itirazlarla sarsıntıya uğrayabilir.
Tahkiki İman : Delillere, bilgiye, araştırma ve kavramaya dayalı imana ise tahkîkî iman denir. Aslolan
her müslümanın tahkîkî imana sahip olması, neye, niçin ve nasıl inandığının bilincini taşımasıdır.
D) İMAN ile AMEL ARASINDAKİ BAĞ
Amel, iradeye dayalı iş, davranış ve eylem demektir. Esasen tasdik ve ikrar da birer ameldir. Ancak
amel deyince daha çok kalp ve dil dışında kalan organların ameli anlaşılmaktadır. Bu durumda iman
ile amel birbirinden ayrı şeyler olmasına, amelin imanın bir parçası olmamasına rağmen, her ikisi
arasında çok sıkı bir bağ ve ilişki bulunmaktadır.
a) Amel İmanın Ayrılmaz Parçası Değildir
Ehl-i sünnet bilginlerine göre amel, imanın parçası, rüknü ve olmazsa olmaz unsuru değildir. Bu
sebeple bütün dinî esasları kalpten benimsemiş fakat çeşitli sebeplerle buyrukları yerine getirmemiş
veya yasakları çiğnemiş olan kimse, işlediği günahı helâl saymadığı müddetçe mümin sayılır, ancak bu
kimselerin günahkâr mümin olduklarını ifade etmişlerdir. Bu, Ehl-i sünnet âlimlerinin ortak görüşüdür.
b) Amelin Gerekliliği ve İmanla Olan İlgisi
Amel ile iman arasında çok yakın bir ilişki vardır. Kur'ân-ı Kerîm'in birçok âyetinde iman ile sahih amel
yan yana zikredilmiş, müminlerin sâlih amelleri işleyerek maddî-mânevî gelişmelerini sağlamaları
ısrarla istenmiştir. Çünkü düşünce ve kalp alanından eylem ve hareket alanına çıkamamış olan iman
meyvesiz bir ağaca benzer. Kalpte mevcut olan iman ışığının hiç sönmeden parlaması, giderek gücünü
artırması sâlih amellerle mümkün olabilir. Ayrıca imanın olgunluğuna ermek, imanı üstün bir
dereceye getirmek ve böyle iman sahiplerine Allah'ın vaad ettiği sonsuz nimetlere kavuşmak için de
amel gereklidir. İnsan sadece inanılması gerekli şeyleri tasdik eder, ameli umursamayan bir tavır
sergileyip yasakları çiğnerse, dine, Allah'a ve Peygamber’ine olan bağlılığı yavaş yavaş azalır, günün
birinde kalbindeki iman ışığı da sönüp gider. O halde amelin hem imanı güçlendirmede üstlendiği rol,
hem de müminin cehennem azabından kurtularak nimetlere ulaşmasına aracı olması ve Rabbine karşı
kulluk görevini gerçek anlamda yerine getirmesi bakımından önemi çok büyüktür.
E) İMANIN ARTMASI ve EKSİLMESİ
İman, inanılması gereken hususlar (iman esasları) açısından artmaz ve eksilmez. İman, güçlü veya
zayıf olma açısından farklılık gösterir. Kiminin imanı kuvvetli kiminin zayıftır. Kiminin imanı tam
anlamıyla içine sinmiş, kimininki yüzeysel kalmıştır.
İbrâhim (a.s.) ölüleri nasıl dirilttiğini göstermesini Allah'tan istemiş, âyette buyurulduğu gibi yüce
Allah'ın "inanmadın mı?" sorusuna "(gözümle de görerek) kalbim tam yatışsın diye" (el-Bakara 2/260)
cevabını vermiştir. Böylece onun Allah'ın ölüleri nasıl dirilttiğini gördükten sonraki imanının önceki
imanından daha güçlü olduğu belirtilmiştir. Âyetler ile bu konudaki hadisler, imanın kuvvet, kalbin
derinliklerine nüfuz yönüyle farklı seviyelerde olabileceğini, nitelik yönüyle artma ve eksilme
gösterebileceğini ifade etmektedir.
F) İMANIN GEÇERLİ OLMASININ ŞARTLARI
İmanın geçerli olabilmesi ve sahibini âhirette ebedî kurtuluşa erdirebilmesi için şu şartları taşıması
gerekir:
1. İmanın dünyada hür iradeye dayalı bir tercih olması, baskı, tehdit veya dünya hayatından ümit
kesme (ye's) durumunda gerçekleşmemiş bulunması gerekir. Daha önce mümin olmayan bir
kimsenin, hayattan ümidini kestiği son nefesinde uğrayacağı azabı farkedip “iman ettim” demesi
halinde, onun bu imanı geçerli olmaz. Bir âyette "Artık o çetin azabımızı gördükleri zaman ‘Allah'a
inandık ve O'na ortak koştuğumuz şeyleri inkâr ettik’ derler. Fakat azabımızı gördükleri zaman
imanları kendilerine bir fayda vermeyecektir. Allah'ın kulları hakkında süregelen kanunu budur. İşte
kâfirler burada hüsrana uğramışlardır" (el-Mü'min 40/84-85) buyurulmuştur.
2. Mümin, iman esaslarından birini inkâr anlamına gelen tutum ve davranışlardan kaçınmalıdır.
Meselâ Allah Teâlâ'yı ve bütün peygamberleri tasdik edip de Hz. Muhammed'in peygamberliğine
inanmayan yahut farz veya haram olduğu kesin olarak bilinen bir hükmü, meselâ namazın farz,
şarap içmenin haram olduğunu kendi hür iradesiyle inkâr eden, yahut alaya alan, puta, haça vb.
şeylere tapan bir kimseye mümin denilemez.
3. Mümin Allah'ın rahmetinden ne ümitsiz ne de emin olmalıdır. Korku ile ümit arasında
bulunmalıdır. Müminin "Nasıl olsa imanım var, o halde muhakkak cennete giderim" düşüncesiyle
kendinden emin olması veya "Çok günah işledim, ben muhakkak cehennemliğim" diye Allah'ın
rahmetinden ümit kesmesi imanını kaybetmesine sebep olabilir. Bu konuda Kur'an'da şöyle
buyurulur: "Doğrusu kâfirlerden başkası Allah'ın rahmetinden ümit kesmez" (Yûsuf 12/87), "Fakat
büyük zararı göze alanlar topluluğundan başkası Allah'ın azabından (azabının olmayacağından) emin
olmaz" (elA‘râf 7/99).
İMAN-İSLÂM İLİŞKİSİ
İslâm sözlükte, "itaat etmek, boyun eğmek, bağlanmak, bir şeye teslim olmak, esenlikte kılmak"
anlamlarına gelir. Terim olarak, “yüce Allah'a itaat etmek, Hz. Peygamber'in din adına bildirmiş
olduğu şeylerin hepsini kalp ile tasdik edip dil ile söyleyerek, inandıklarını yaşamak, sözleri ve
davranışları ile kabul edip benimsediğini göstermek” demektir. İslâm çok geniş bir kavramdır ve
teslimiyet demektir. Teslimiyet ise üç türlü olur. Ya kalben olur ki, bu kesin inanç demektir. Ya dille
olur ki, bu da ikrardır. Ya da organlarla olur ki, bunlar da amellerdir. İşte İslâm'ın üç şeklinden biri olan
kalbin teslimiyetine ve bağlılığına iman denilir.
İman ile İslâm'ın farklı kavramlar olarak ele alınması durumunda her mümin, müslim olmakta, fakat
her müslim, mümin sayılmamaktadır. Çünkü bu anlamda İslâm, kalbin bağlanışı ve teslimiyeti değil
de, dilin ve organların teslimiyeti, belli amellerin işlenmesi demektir. Bu durumda İslâm daha genel
bir kavram, iman daha özel bir kavram olmaktadır. Şu âyet-i kerîmede iman ile İslâm ayrı kavramlar
olarak geçmektedir: "Bedevîler inandık dediler. De ki: Siz iman etmediniz, ama boyun eğdik deyin.
Henüz iman kalplerinize yerleşmedi..." (el- Hucurât 49/14).
H) BÜYÜK GÜNAH KAVRAMI
Arapça'da kebîre (çoğulu kebâir) kelimesi ile ifade edilen büyük günah, bozgunculuğa sebep olan,
hakkında tehdit edici bir nas (âyet ve hadis) bulunan, işleyenin dünyada veya âhirette
cezalandırılmasına sebep olan büyük suçlar ve davranışlara denir. Büyük günahların en büyüğü Allah'a
şirk koşmak ve O'nu inkâr etmektir (küfür). Büyük günahların neler olduğu konusunda hadislerde
çeşitli bilgiler vardır. Peygamberimiz bir hadisinde, "Size büyük günahların en büyüklerinden haber
vereyim mi? Onlar: Allah'a ortak tanımak, ana babaya itaatsizlik ve yalancı şahitliktir" (Buhârî,
“Edeb”, 6; Müslim, “Îmân”, 38; Tirmizî, “Tefsîr”, 5) buyurmuş, bir başka hadislerinde "Mahveden yedi
günahtan sakınınız. Onlar: Allah'a ortak koşmak, sihir yapmak, haksız yere adam öldürmek, yetim
malı yemek, ribâ (faiz), savaştan kaçmak, iffetli ve iman sahibi bir kadına zina iftirasında bulunmaktır"
(Buhârî, “Vesâyâ”, 23; Müslim, “Îmân”, 38; Ebû Dâvûd, “Vesâyâ”, 10) diyerek, büyük günahların yedi
tanesini zikretmiştir.
I) TASDİK ve İNKÂR BAKIMINDAN İNSANLAR
İnsanlar tasdik ve inkâr açısından üç grupta incelenebilirler.
a) Mümin
Allah'a, Hz. Peygamber'e ve O'nun haber verdiği şeylere yürekten inanıp, kabul ve tasdik eden ve
Allahın emrettiği şekilde yaşamaya gayret gösteren kimseye mümin denir.
b) Kâfir
İslâm dininin temel prensiplerine inanmayan, Hz. Peygamber'in yüce Allah'tan getirdiği kesin olan ve
tevâtür yoluyla bize kadar ulaşmış bulunan esaslardan (zarûrât-ı dîniyye) bir veya birkaçını yahut da
tamamını inkâr eden kimseye kâfir denir.
c) Münafık
Allah'ın birliğini, Hz. Muhammed'in peygamberliğini ve onun, Allah'tan getirdiklerini kabul ettiklerini
söyleyerek, müslümanlar gibi yaşadıkları halde, kalpten inanmayan kimselere münafık denir.
Münafıkların içi başka dışı başkadır. Sözü özüne uygun değildir.
J) KÜFÜR ve ŞİRK
Küfür kelime olarak "örtmek" demektir. Dinî literatürde ise Hz. Peygamber'i Allah'tan getirdiği
şeylerde yalanlayıp, onun getirdiği kesinlikle sabit dinî esaslardan bir veya birkaçını inkâr etmek
anlamına gelir. Sözlükte "ortak kabul etmek" anlamına gelen şirk, terim olarak Allah Teâlâ'nın
tanrılığında, isim, sıfat ve fiillerinde, eşi, dengi ve ortağı bulunduğunu kabul etmek demektir.
Şirk ile küfür birbirine yakın iki kavramdır. Aralarındaki fark, küfrün daha genel, şirkin ise daha özel
olmasıdır. Bu anlamda her şirk küfürdür, fakat her küfür şirk değildir. Her müşrik kâfirdir, fakat her
kâfir müşrik değildir. Çünkü şirk sadece Allah'a, zât, isim ve sıfatlarına ortak tanıma sonucu meydana
gelir. Küfür ise, küfür olduğu bilinen birtakım inançların kabulü ile gerçekleşir. Küfür olan inançlardan
biri de Allah'a ortak tanımadır. Meselâ Mecûsîlik'te olduğu gibi iki tanrının varlığını kabul etmek şirk
olduğu gibi aynı zamanda küfürdür. Halbuki âhiret gününe inanmamak küfürdür, ama şirk değildir.
K) İMAN ile KÜFÜR ARASINDAKİ SINIR
İman, Hz. Peygamber'in getirdiklerinin hepsini tasdik, küfür de inkâr etmektir. Buna göre, iman ile
küfrü belirleyen başlıca ayıraç kalbin tasdikidir. Ancak kalbin tasdiki, insanlar tarafından
bilinemediğinden, ikrar ve ikrarı gösteren dinî görevleri yerine getirmek, yani amel, kalpteki imanın
varlığının göstergesi olarak kabul edilmiştir. Küfrün en belirgin alâmeti, dinin temel esaslarından birini
veya tamamını reddetmek yahut onları beğenmemek, önemsememek ve değersiz saymaktır.
L) TEKFİR
Tekfir:Müslüman olduğu bilinen bir kişiyi, inkâr özelliği taşıyan inanç, söz veya davranışından ötürü
kâfir saymak demektir.
İrtidad:Müslümanın dinden çıkması anlamına gelir.
Mürted:Dinden çıkana denilir.
Bu itibarla tekfir bir şahsın başkaları tarafından küfrüne hükmedilmesi, irtidad ise kişinin
kendi irade ve ifadesiyle İslâm'dan ayrılması ve hukuk düzeni tarafından da mürted sayılması
demektir